Yazar Şerefxan Cizîrî Kitabı’nın önsözünde şöyle diyor; ‘’Tarihçi olarak Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya’nın zenginliğini incelediğim zaman, gerçekten gururlandım. İnsanoğlunun geçmişiyle gurur duyması, pek böyle kolay bir iş değildir. Çünkü tarihi geçmişimiz, sürekli olarak savaş ve yıkımların bir panoraması olarak bizlere aktarıldı. İnsanoğlunun savaş ve yıkım tutkusu tarih kitaplarımızda ballandırıla ballandırıla anlatılır. Ama savaş ve yıkım felsefesini sürekli gündemde tutmak, elbette bazı sosyal kesimlere açıkça hizmet ediyor.
Geleneksel tarihin tersine Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya’daki toplumsal gelişmenin salt savaş, fanatizm ve yıkımın tarihinden ibaret olmadığını gördüm. Savaş, fanatizm ve yıkım kadar, en azından bölgemizde bir o kadar da kültür ve uygarlık, edebiyat ve bilim, mimarlık ve sanat gördüm. Tüm bu eserleri halklarımız yaratmıştı. Bu eserlerin dünyada benzerleri çok azdı, ama bizler bu zenginliğin bilincinde değildik. Kendi bölgemizi ve insanımızı hep küçük ve başkalarını da hep büyük görmüştük. Tabii olarak hepimizin aldığı sömürgeci eğitim süreci burada en belirleyici rolü oynuyordu. Binlerce yıl yürürlükte kalan sömürgeci düzen, bölge insanlarını öz benliklerinden uzaklaştırmayı başarmıştı.Bu anlayışa göre Batı uygar ve gelişkin, Doğu ise ilkel ve gerici bir yapı sergiliyordu. Doğu’dan uzaklaşmak, uygarlık ve ilericiliğin teminatı olarak değerlendirilirdi. Ama şu gerçek de iyi bilinmiyordu: Batı’daki uygarlığın temel harcı Doğu’dan gelmişti. Bunu Batılılar bile inkâr etmiyordu. Batı’nın dini olarak bize sunulan Hristiyanlık bile, kendi bölgemizden çıkmıştı. Hz. İsa Paris’te değil Nazaret Kentinde dünyaya gelmişti!Bana göre Doğulu olmak bir gurur kaynağı olmalıydı. Ama bu gurur hiçbir zaman başkasını hor görmek veya küçük görmek anlamına gelmemeliydi. Kendi kimliğimizi belirlemek ve kavramak hiçbir zaman başkasının kimliğini inkâr etmekle sağlanmazdı.”