Ailesinden kalan yüklü mirasla rahat ve tasasız bir hayat süren kahramanımız her zaman yaptığı gibi pazar günü gezmesine çıkar.
Orada burada dolanırken yolu at yarışlarının yapıldığı hipodroma düşer.
Can sıkıntısından ne yapacağını bilmediği için
içeri girer ve yarışları izlerken kendinden geçen yarış severlerin
abartılı, çılgın tepkilerini kâh gülerek kâh şaşırarak ama
keyifle izlemeye koyulur. Bu arada cilvebaz bir kadınla bakışmaya başlar.
Kadına oyun yapıp onu kızdırayım derken kendini
bir anda hırsız konumunda bulur…
Sonra gelsin bir dizi içsel sorgulama, yargılama, hesaplaşma!
Ama buncacık öyküyü anlatan Zweig ise durup biraz düşünmekte yarar var. Çünkü büyük usta, öyküyü tatlı tatlı anlatırken okuru
bir dizi amansız sorunun içine sokuveriyor:
Burjuva yaşamın kuralları ve standartlarının anlamı nedir?
Bol paralı ve rahat bir yaşam insanın mutlu olması için yeterli midir?
Halk dediğimiz yığınlardan kopuk, onlara tepeden bakan elitlerin
varoluşsal sorunları nelerdir? Neden onlar bir kasap çırağı ya da tezgâhtar kadar mutlu olup hayatı onlar gibi dolu dolu yaşayamaz?
Toplumun tortusu denilebilecek en alttakiler neden
burjuvalardan daha fazla saygı duyulası insanlardır?
Peki ya gerçek bir insan olmanın sırrı nerededir?