Ressam Ferdinand anavatanı Almanya’nın cehenneme döndüğü bir savaş döneminde ülkesinden ayrılıp İsviçre’ye yerleşir. Savaşın yüreğinde bıraktığı yaraların etkisinden ve korkularından henüz kurtulamamıştır. Sakin günlerini eşiyle birlikte bir göle bakan evlerinde resim yaparak geçirmekte ve etrafını saran özgürlük havasını içine çekmektedir. Fakat tüm hayatı, nedensiz yere erken uyandığı bir günün sabahında ona gelen mektupla altüst olur. Bir yandan masum insanları ölüme gönderen bir makine olarak gördüğü anavatanının, bir yandan onu kaybetmek istemeyen eşinin, diğer yandan da kendi iç kargaşasının baskısı altında ezilen Ferdinand büyük bir panik ve hezeyan içinde bir mecburiyete doğru çekildiğini hissetmektedir. Peki, kurtuluş var mıdır? İnsanların özgür iradelerini ellerinden hiç acımadan çekip alan bu makineye karşı zafer kazanmak mümkün olacak mıdır?
Çaresizliğin, insanın kendi içindeki mücadelesinin ve aynı zamanda umudun çarpıcı bir hikâyesi olan Mecburiyet, II. Dünya Savaşı’nda yaşanan korkunçluklar karşısında büyük bir hüzne kapılıp eşiyle gönüllü ölümü tercih eden Zweig’ın zihnine belki de yakından bir bakış sunuyor bizlere.