“İvan Grigoryeviç, şafak sökerken kuşetli vagonun kanepesinde uyandı, tekerleklerin gürültüsüne kulak kabarttı, gözlerini araladı, pencerenin ardındaki şafak vaktinin alacakaranlığına bakmaya başladı…
Hapisliğinin yirmi dokuz yılı boyunca düşlerinde birkaç kez çocukluğunu görmüştü. Bir keresinde küçük bir koy girmişti düşüne, sakin suyun içinde, dibi örten küçük taşların üstünde birkaç küçük çağanoz sessiz yürüyüşleriyle yan yan koşmuş ve yosunların arasına gizlenmişti… İvan Grigoryeviç, ayağının altında yumuşacık su yosunlarını hissederek yuvarlak taşların üstünden ağır ağır yürüyordu, uskumru ve istavrit yavruları cıva akıntısı gibi fışkırıyor, onlarca uzun damlacık halinde sağa sola saçılıyordu… Güneş yeşil su çayırlarını, köknar ağaçlarını ışığa boğuyordu: Bu sevimli koy, tuzlu suyla değil, tuzlu ışıkla doluydu sanki…
Sabah yeryüzünün havasını soluyan hiçbir varlığın dayanamayacağını düşündüğü o yalnızlık duygusuyla gözlerini açtı.
Öğrencilik yıllarının geçtiği, sevdiği kadının yaşadığı kente gidiyordu. Sevdiği kadın yıllar önce mektup yazmayı kestiğinde onun ardından gözyaşı dökerken mektuplaşmalarını ancak ve ancak ölümün kesebileceğinden kuşkusu yoktu. Ama sevdiği kadın yaşıyordu, hayattaydı…”
Her Şey Geçip Gider, Vasili Grossman’ın epik başyapıtı Yaşam ve Yazgı’nın kaldığı yerden başlayan, Stalin dönemindeki zorunlu çalışma kamplarının sonrasını anlatan lirik ve dramatik bir roman