Eskiden olsa bir dolu koleksiyonla hayatımın ‘af mekanizmasını’ kontrol ederdim. Aldatıldığımın 8. yılı sonunda anılarımın çoğunu cehennemin dibine gönderdim. Üçüncü dünya savaşı, içim de çıktı ve bundan kimsenin haberi olmadı. Tek kişilik bir cephe, ne kadar direnebilir demeyin! Tarihte çok örnekleri var. Direndim! Ve benim rivayetime göre ‘Bu kadar büyük sevmemeli bir insan, diğerini… Yoksa derin ağlar.’ Gözlerimin tek suçu hep yalnız ıslanmayı seçmesiydi.
Ben büyük bir fırtınadan çıkmış, kara bir gölgeydim artık. Bütün tevazularımı kullanmış, iyi niyetlerimi har vurup harman savurmuştum. Sonra ne mi oldu? İki adam yürüdü fikrime; biri günlerime hükmetti aklınca diğeri gecelerime. Gün aralarımın gülen efekti iblisin neşeli yüzüyken, Ilık bir kumsal oluştu aklımın göçükten kalan kısmında. Böbrek üssü adrenalin hormonum, kalbime birkaç tabur asker çıkarması yaptı. Tanklar, toplar, tüfekler… Bilirsiniz kalbinden yara aldıysa bir insan en büyük savunma orada olur. O adama ‘hayali seyahat’ kurşunumla ateş ettim. Sihri bozmasın diye en korkunç celladım olan ‘Gittim ben… Yazma!’ mayınını döşedim bastığı her yere. Gurur mu? Hep yara aldı ama asla yılmadı. Tanrı aşkına nedir yani? Bu adamlar bütün hilekâr silahlarımla savaştı. Muhtemelen ikinci dünya savaşını görmüşlerdi, göz ucuyla. Gece kumsalımda yürüdüğüm adamın duruşu dikti vesselam ve gözler hep kahvemsi… Hiç acelesi yoktu. Nazikti. Yavaş yavaş işledi içime. Yarım adım geldi ve beni tam adım çekti kedisine…
Gün aralarımın neşeli yüzü; o bir iblisti. Hep işini bilir, kaşla göz arası sokulurdu çarpa çarpa duvarlarıma. Yemin etti, toz ve gaz bulutundan kurulan dünya üzerine ‘ben hep yanında olacağım.’ diye.