“Yazmak, konuşmanın gölgesi olmaya mahkûm değildir.”
2003 Nobel Edebiyat Ödülü ve 1983 ile 1999’da iki kez Booker Ödülü kazanmış J. M. Coetzee, 1986 yılında yayımlanan eseri Foe’yu, otorite ve onun edebi karşılığı olan yazarlık açısından şöyle özetler: “Benim Foe romanım, eğer tek bir konuyla ilgiliyse o da yazarlıktır. Sadece profesyonel anlamda değil, aynı zamanda ilahi olmasa da en azından yaratıcılığın eşiğinde bir anlamda: Tek yazar, tek yaratıcı.”
18. yüzyıl başlarında bir deniz kazası sonucu ıssız bir adaya düşen Susan Barton, orada Cruso ve Cuma’yla karşılaşır. Adada kendine bir yaşam kuran ve giderek Cruso’nun yaşamının bir parçası haline gelen bu kadındır romanın anlatıcısı. Klasik romanın mekânı ve kahramanlarıyla ilerlerken romanı kurgusundan saptırır, bilinen hikâyenin dışına çıkarak, hatta ilerleyişini değiştirip sürpriz bir sona bağlayarak şaşırtır okuru.
Coetzee, Daniel DeFoe’nun klasik romanı Robinson Crusoe’yu çok farklı bir çerçeveye oturtuyor, Foe’da. Soluk kesici bir hayalgücüyle bildik hikâyeyi adeta yeniden yaratıyor. Coetzee, yazarın biyografisinin bir versiyonunun, olay örgüsünün ayrılmaz bir parçası, klasiği yeniden düşünmenin çok önemli bir unsuru olduğunu keşfeder; bu açıdan bakarak romanındaki karakter için Defoe’nun asıl soyadı Foe’ya döner.
Her romanında okura farklı bir dünya açan iki Booker Ödüllü yazardan edebiyatın damarlarından beslenmiş küçük bir mücevher.