Stefan Zweig’in 1930’lu yıllarda sürgündeyken tamamladığı, ancak hayattayken yayımlamak istemediği Değişim Rüzgarı, Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nın değişen sosyal iklimine götürür okuru. Parçalanıp darmadağan olan hayatlar ve su yüzüne çıkan sınıfsal farklılıklarla savaşın insan varoluşunda yarattığı çelişkileri, bu büyük felaketi yaşayan bütün bir neslin yazgısı olarak serer okurun önüne. Zweig’in anadili Almancada ancak ölümünden tam kırk yıl sonra, 1982’de ilk kez yayımlanan Değişim Rüzgarı, yazarın yazınsal yaşamında özel bir yere sahip. Biyografileri ve uzun öyküleriyle tanıdığımız Stefan Zweig’in, tamamladığı tek romanı Sabırsız Yürek’ten sonra ikinci romanı olarak eserleri arasında yerini bulan Değişim Rüzgarı, üslubuyla da yazarın diğer yapıtlarından ayrılır.
Kaydettiği haberlerle genç memureyi yeterince telaşlandıran telgraf cihazı, yarı karanlık odada sessiz ve pırıl pırıl parıldıyor. Tanrı’ya şükür, ne gelip giden olmuş ne de hizmet aksamıştır. Teyzesinin yaptığı sürprizin sarhoşluğu içerisinde, tellerle ulaşan haberin iyi mi kötü mü olduğunu anlayamayan Christine, kendisini telaşlandıran bu haber hakkında sakin sakin düşünmeye başlıyor. Parçaları bir araya getiriyor ve olayı yavaş yavaş kavramaya başlıyor.