Ay, hâlâ bütün cömertliğiyle yolumu aydınlatıyor. Ve sonra nefesimin kesildiğini hissediyorum heyecandan. Çünkü orada, işte tam karşımda! Ürkütmemeye çalışarak El’e yaklaşıyorum. Bir tül gibi salınıyor rüzgârda. Üzerinde kimliğini belli edecek tek bir iz yok. Duaya açılmış gibi göğe bakıyor. Neden sonra beni fark edip, “O!” diyor. “Kendini yok etti! Geriye sadece ben kaldım!” Bir an şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama o, umursamıyor ve tekrar göğe dönüyor. Şaşkınlığım geçince “Demek onu tanıyordun!” diyorum. “Hayır!” diyor. Sesi buz kadar katı. “Tanımıyordum! O da tanımıyordu kendini!” Bir süre öylece durup susuyoruz. Ve ben, o el olmak istiyorum!
Bir el, göz, parmaklar ya da saçlar. Boyumuz, kilomuz, zevklerimiz… Nasıl tanımlanır bir insan? Daha önce hiç görmediğiniz şekilde yeniden tanımlanıyor, betimleniyor bu hikâyelerde. Şehirde yaşayan insanların varlıklarını unuttuğu, fark edemediği uzuvlarının değişimlerini, yeni hâllerini anlatıyor. Ya da sıradanlaşan dış görünüşlerimizden sıyrılamayışımızı. Her birimiz mahkûm olarak bitimsiz bir umursamazlıkla tüketiyoruz zamanı şehirde. Bizi özgürlüğümüze taşıyacak olan zamanı tüketiyoruz. Yükselen trendleri, ölümsüzlüğü, küllerinden doğan Anka’yı yeniden anlatıyor; efsanelerden gerçeklere, gerçeklerden efsanelere dökülüyor. Hayal gücünün sınırlarını zorlayan hikâyeler Cam Bariyer’de.